Zombi alışverişi

Murat Tuğrul Eren

Yıllar önce fakültedeyken,

Aile dostu bir Abimizi ara sıra ziyarete giderdim…

Evli değildi ve çocuğu yoktu.

Birgün ziyaretim temizlik gününe denk geldi,

Ve eski, ama pırıl pırıl,

Çok özenle saklandığı belli kadife bir ceket gördüm!

Abi bu ceketi bana ver, çok beğendim der demez,

Gardrobumdaki herşeyi alabilirsin,

Ama bu ceketi sana vermem dedi.

 

Giydiğini görmemiştim, neden diye de sormadım,

Biraz bozulmuştum, anladı…

Ziyaretimin sonuna doğru kendiliğinden,

Ceketin hikayesini anlattı:

 

Yıllar önce üniversitedeyken,

Geleneksel olarak yaptıkları bir çay gününde,

Hoşlandığı, evlenmeyi düşündüğü,

Karşı tarafın da bu konuda boş olmadığı,

Daha alt sınıftan bir kızla,

Dışarı çıktıklarında yağmur başlamış,

Kızı otobüs durağına,

Islanmamak için, bu ceketin altında beraber yürüyerek bırakmıştı!

 

Tabi o zamanlar evlilik hadisesi,

Şimdiki gibi televizyon programlarına düşmemiş,

Seviyesi de

evin kaç odalı, doğalgazı var mı,

Kaçıncı katta, girişi dar mı,

Gibi sorularla henüz bugünkü kadar yükselmemişti!

 

Alenen de evlilik çok telaffuz edilemediği için,

Kendisi üniversiteyi bitirip, yurtdışında bir üniversiteden burs alınca,

Ne olur, ne olmaz, geri ne zaman döneceğim belli olmaz,

Diyerek,

Henüz üniversiteyi bitirmemiş kızın başını bağlamak istememiş,

Sessiz ama çok şey söyleyerek kuru bir vedayla gitmişti…

 

Yurda dönmesine yakın,

Bir telefon aldı, arayan kızın sınıfından bir delikanlıydı…

Abi, ben O’nu çok seviyorum,

İznin olursa evlenmek istiyorum,

Sen yurda döneceksen, karaları bağlayan ben olayım,

Ama dönmeyeceksen, bu kızı çok mutlu ederim,

Bana yol göster diyordu…

 

Dönecek olmasına rağmen, dönmeyeceğim dedi,

Karaları o bağladı,

İşte o kızla kendisine kalan tek bağı,

O ceketi de yıllarca sakladı…

 

Nerden aklıma takıldı?

 

Bayramda bir film seyrettim,

Ünlü besteci Cole Porter’ın hayatını anlatıyordu.

Hani şu “my heart belongs to dady”, “I’ve got you under my skin.” gibi,

Bilindik şarkıların bestecisi, Broadway müzikalcisi…

 

O filmde de ilgimi çeken,

35 yıl evli kaldığı karısının her müzikalin galasında,

Şov bitince şans getirsin diye,

Aynı sigara tablasından adama sigara ikram etmesi,

Kadın kendisinin öleceğini anlayınca da,

Adamı hayatta emanet ettiği kişiye,

O sigara tablasını da emanet etmesiydi…

 

İşte Sevgili Okurlar,

Eşyaya ruh vermek bu demek!

Bu bazen yukarıda anlattığım gibi hüzünlü, bazen de mutluluk verici olabilir.

 

İstediğiniz kadar alışveriş yapın,

İstediğiniz kadar para harcayın,

Hiçbiri ruhunuzdan bir parça taşıyan bir eşya kadar,

Paha biçilmez, vazgeçilemez ve size hitap eden birşey olamaz…

 

Diyeceksiniz ,

Doktor…

Hayatımızda her aldığımız, tükettiğimiz şeye nasıl ruh verelim?

 

Ben de diyeceğim ki,

Tabi ki hayatımızda her aldığımız şeye ruhumuzdan birşey katamayız,

Bunların çoğu ihtiyaçtandır…

 

Ancak şuna dikkat etmek lazım,

 

Hepimiz insanız, bedenimiz gibi ruhumuzun da beslenmesi lazım!

Mütemadiyen ve gereksiz alışverişler yapma ihtiyacındaysak,

Durup bir düşünmeliyiz.

Acaba bu hayatımızdaki uzun süreli, kalıcı,

Ruhumuzu besleyecek,

Bizi duygusal açıdan tatmin edecek birşeylerin açlığından mı?

 

Çünkü hepimiz biliyoruz ki,

Tüketme bize ancak kısa süreli, geçici mutluluklar sağlar…

 

Böyle bile yapıyorsak, hayatımız yine de bir filmdir,

 

Ama bu gönlümüzü kabartıp, gözyaşlarımızı serbest bırakan,

Bize insan olduğumuzu hatırlatan duygusal bir film değil,

Aslında etrafımızdaki ruhsuz, zombiye benzer eşyaların,

Üstümüze üstümüze geldiği bir korku filmidir!

 

Sağlıklı, eşyaya değil, insani duygulara emek verilen günler dilerim!

"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."
Yorumlar