Bu hayat kimin?

Senem Köksal

Geçen hafta yazı yazamadım. Elektrikler kesikti.

Öğrenciliğimizde dalga konusu olan hadiseyi bize tüm gerçekliğiyle yaşatan güzel ülkemin güzide yöneticilerine teşekkürü bir borç bilirim.

Hakikaten geçen salıdan beri başımıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir herhalde. Hoş Türkiye’de pişmemiş tavukların başına gelenler de pek iç açıcı değil de neyse, konuyu dağıtmayalım.

Malumunuz Salı günü elektrikler bir gitti, memleket yangın yerine döndü. Üstelik ne oldu da böyle oldu, hala tam olarak bilmiyoruz. Yakında alakasız bir yetkiliden ilgili ve tatminkâr bir açıklama alırız diye temenni ediyorum. Zira şu zamana kadar yapılan açıklamalar pek bir anlam içermiyor. Kesintiyle birlikte memleketin uğradığı zararın yaklaşık 1 milyar dolar olduğu söyleniyor. Üstüne üstlük Türkiye, tarihin en büyük plansız elektrik kesintileri listesinde 8’inci sıraya yerleşmiş. Böylece ilk 10’da yer aldığımız “harika” listelere bir yenisi daha eklendi. İşin maddi ve istatistiki boyutu bir yana, bir de manevi tahribatı var ki onu kimse konuşmuyor.

Ben size söyleyeyim, biz ölmüşüz ağlayanımız yok.

80’li yıllarda elektrikler kesildiğinde, memleket insanı tek eğlencesi olan televizyondan mahrum kalır, varsa pilli radyosuyla, yoksa mum ışığında gölge oyunuyla neşesine bakardı. Peki, geçen salı günü biz ne yaptık? Şarj seviyelerimize baka baka ömrümüzden yedik. Şarjı olan, şarj bitecek diye ne telefonla konuşabildi, ne Tweet atabildi, ne de çektiği selfieyi paylaşabildi. Şarjı olmayan zaten bitikti. Jeneratör günün yıldızı, mumlar kara borsa oldu. Alışveriş merkezlerinde boş priz kollamaktan bitap düştük. Niye? Çünkü hayat başka türlü akmıyor artık.
Tamam, dünya artık böyle de ben yine de sormak istiyorum: Bu hayat kimin?  

Geçen gün ömürdendir 

2009 senesiydi. Gazanfer Özcan’ı kaybetmiştik. Gözüm televizyonda, mutfak masasının kenarında öylece durup ağladığımı hatırlıyorum. Ne yazık ki kendisini televizyon dışında hiçbir yerde görmemiştim. Ama o, çocukluğumun bir parçasıydı ve giderken o parçayı da alıp gitmişti. Geçen hafta Kayahan’ın ölüm haberi geldiğinde, memlekette olan bitenden bünye taşlaştı artık, önce pek bir şey hissedemedim. Cumartesi günü arabaya binip de radyoyu açınca arka arkaya çalan Kayahan şarkılarıyla ben de koyuverdim kendimi. Ne çok şarkısı, fonda o şarkılarla benim ne çok hatıram vardı. Tıpkı Gazanfer Özcan gibi Kayahan’ı da televizyon dışında hiçbir yerde görmemiştim ama işte Kayahan giderken ben yine biraz eksildim.

Bütün haftasonu aynı şeyi düşündüm. Benim yaşımda birinin bunu söylemesi belki çok komik ama yaşlanıyorum. İsterseniz hadiseyi yumuşatmak adına buna yaş almak diyelim ama gerçek bu. Zaman çok hızlı geçiyor. Arkadaşlarımın kayıp haberlerini alıyorum. Kızıma “bizim zamanımızda…” diye başlayarak anlatacağım hikayelere artık aramızda olmayan insanlar ekleniyor bir bir. Peki, biz ne yapıyoruz?

Yanımızda olanlar hep orada olacak sanıyoruz. Dokunabilecekken, sarılabilecekken, konuşabilecekken yapmakta fayda var. En azından kendimiz için. Sonradan içimiz daha çok acımasın diye. Zira geçen gün ömürdendir.    

"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."
Yorumlar