HASANIKO İLE PITTO CITTO

Sözlü halk edebiyatı eserleri; nesilden nesile aktarılmaları sebebiyle kültür hazinemizin en kıymetli ögelerindendir.

Hande Büşra Koca

Sözlü halk edebiyatı eserleri; nesilden nesile aktarılmaları sebebiyle kültür hazinemizin en kıymetli ögelerindendir. Ninniler, ağıtlar, masallar, destanlar... Her bir ninni, ağıt, masal veya destan, bir yandan kendisini geliştirirken, bir yandan da diğer türleri dönüştürür ve geleceğe birlikte koşmaya devam ederler. Adeta dağın bir noktasından kopup yuvarlanan ve yuvarlandıkça büyüyen kar kümesi gibi... Böylece asla yok olmamakla birlikte, sözlü halk edebiyatı eserlerinde bir türün içinde diğerlerine ait pek çok enstantane bulabiliriz. Bunların içerisinde bir matruşka var ki içinden bazen bir atasözü, bazen bir baba nasihati, bazen bir dua, bazen ise bir bebek ninnisi çıkıverir. Hangisi hangisinin içinde, hangisi hangisinin dışında anlayamadan sana doğru seslenir.

İşbu sesleniş (yada serzeniş!) bilinçaltında bir yerlerde gizlenir. Sonra bir gün kendini bir beşiğin başında aynı ninniyi mırıldanırken buluverirsin... Yahut
daha güncel bir örnek verelim: Plazadaki bilgisayarının başındayken e-posta kutuna günlerce uğraştığın projene ortak olmak isteyen bir ileti düşer. Böyle zamanlarda yapılacak çok da fazla bir şey olmadığından, dudak tebessüm eder ve beynin kılcal damarlarından hızla yuvarlanan bir atasözü dilinden düşer;“Komşuda pişer, bize de düşer.” İşte bu gizemli matruşkanın literatürdeki adıdır “masal”! Pertev Naili Boratav “Nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlardan, törelerden bağımsız, tamamıyla hayal ürünü, gerçeklerle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı” olarak tanımlıyor masalı ve şöyle devam ediyor: “Hayal ürünü sözünü sadece olağanüstü şeyler anlamına almamak gerekir. Masal olağanüstü çeşidinde de anlattığı olayların gerçeğe uyarlık derecesi ne olursa olsun, onların hayal yaratması oldukları izlenimini veren bir anlatı türüdür. Masalı efsaneden, hikayeden, destandan ayıran niteliklerin başında bu gelir.” Yani koca ayaklı devlere, uyuyan prenseslere, 80 günde devr-i aleme rağmen gerçekle bağını asla koparmıyor masal. Ancak hayalden de uzaklaşmıyor. Özellikle Anadolu masallarında gerçek ile irtibat Batı literatürüne göre daha fazla. Ve bu, bir tesadüf değil! Bizim masalımız daha kurnaz, daha eğlenceli ve biraz daha az hayalperest. Tıpkı insanımız gibi... “Az hayalperest” ifadesinin altını çizmek isterim. Trajikomik bir azlıktan mı bahsediyoruz? Yoksa tümden gelen bir azlık mı? Şüphesiz ki bunu biraz daha düşenmek icap eder.

Uluslararası Masal Kataloğu’nda 4 temel ayrım ve buna bağlı 7 alt başlıkta düzenlenmiş masal türleri:

1. Olağanüstü Masallar: Cin Peri Masalları... Olağanüstü Güçlere Sahip İnsan Masalları... Sihir-Büyü Masalları... Dev Cadı Canavar Masalları...
2. Gerçekçi Masallar: Padişah Sultan Şehzade Prenses Vezir Masalları... Zengin Tüccar Ağa Bey Masalları... Sıradan ve Yoksul İnsan Masalları
3. Hayvan Masalları
4. Deyimler ve Atasözlerini Konu Alan Masallar...
Bir masal aynı anda birden fazla sözlü halk edebiyatı ürününü içermekle birlikte birden fazla masal türünün kapsamına da girebilir. Nitekim Anadolu masallarında bu ikilik çok daha belirgindir ve pastadaki en büyük dilim “Gerçekçi Masallar”a aittir. Hatta masal türünün bir diğer özelliği olan yer- zaman-kahraman belirsizliği de Anadolu masallarında yerini “Bağdat Prensi” diye başlarken mekana, “Keloğlan” diye başlarken kahramana bırakıyor. İlginç mi? Bence değil; çünkü bizim geleneğimiz “olmazları oldurana” teşnedir. Bu sebepledir ki ana mesajını iletirken bile tevekkül içindedir. Bu konuda Muhsine Selimoğlu Yavuz’un açıklamasına kulak verelim: “Osmanlı toplumunda, kan soyluluğuna dayanan bir aristokrasi ve batılı anlamda bir burjuvazi yoktu. İkbal, servet, devlet oldukça geçici ve kökü hangi zümreden olursa olsun, her işini becerenin erişebileceği mutluluklardı.

Elbette onlara erişebilmek için girişilecek savaş da çetindi. Masallarda erkek olsun, kadın olsun, bu çeşit olumlu kahramanların, yani sıfırdan başlayıp akılları ve beceriklilikleri sayesinde keçelerini sudan çıkarmasını, engelleri aşıp muratlarına ermesini başaran tiplerin böylesine keskin çizgilerle canlandırılmış olmasının bir nedeni bu olsa gerek. Osmanlı vakanüvisleri bize, kulluktan vezirliğe,sadrazamlığa, padişah damatlığına, cariyelikten gözdeliğe, kadınefendiliğe yükselmiş, bir çok ünlü kişileri haber verirler, ama kitaplarında onların ancak, bu yüce makamlara eriştikten sonrakihayatları anlatılmıştır. Masalda daha önceki mecraları yer alır. Sanki masal kalıplaşmış birer anlatıbiçimi içinde bu kişilerin, resmi tarih kitaplarında, baş tarafı anlatılmayan hayat mecralarını tamamlamak vazifesini üzerine almıştır.” Yine de anlatmayı planladığım masal bir sadrazama ilişkindeğil. Çünkü artık ne kadar emek verirse versin kapıkulları sadrazam olamıyor, cariyeler prense gelingitmiyor ve bir televizyon programında çocuklarının babasını bulmak için DNA testi yaptırıyor. Bunun yükselen enflasyon ile ilgisi olabilir mi? Ahlak ile enflasyon arasında kurulan bağ, ahlaksızlığıtemizleyebilir mi? Farketmez ki! Çünkü masal da artık iki arada bir derede... Ne yok oluyor insan gibi,ne de aynı kalıyor ve her masal anlatıldığı topluma has bazı biçimsel motiflerle başlıyor:“Bir varmış bir yokmuş.” Tıpkı iyi günde olan, kötü günde yok olan dostlarımız, varlık zamanında artan, yokluk zamanında suyunu çeken paramız ve hiç yaşamayan dayımız gibi...

Gelelim bizim masalımıza...“Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Hasanıko, Cıtto ve Pıtto adında üç oğlan kardeş yaşarmış.” Anadolu masallarından dem vurup, karlar kraliçesi Elsa’dan bahsetmemi beklemiyordunuz herhalde. Bir Anadolu köyünden çıksa çıksa Hasanıko, Pıtto ve Cıtto çıkar. Son zamanlarda bu topraklarda havalı ve sevimli şeyler olmuyor. “Hasanıko, Cıtto ve Pıtto’nun kötü kalpli üvey bir anneleri varmış. Bu kötü kalpli kadın, günlerden bir gün yatağının altına kızarmış bir yufka ekmek koyup sağa sola dönerek onları çıtırdatmış ve kocasına da “Gördüğün gibi ben çok hastayım, kemiklerimden çıtır çıtır sesler geliyor; ancak senin üç oğlanın kanını içersem iyileşebilirim.” demiş.” Kızarmış yufka ekmek demişken, nasıl da kokusu geldi ve masal hemen bize ait oluverdi değil mi? Değil... Zira burada asıl buram buram kokan şey toplumsal cinsiyetçiliğin yanık kokusudur. Çünkü biz her ne kadar şeytanı suçladığımıza inansak da, kodlarımızın bir yerinde elmanın ağaçtan koparılmasına sebep teşkil eden ana karakter, kadındır. Nitekim bu öğreti bize israiliyat kültüründen geçmiştir ve bu ülkede cadı avına hiç çıkılmamış olması 2019 yılında Türkiye’de 299 defa kadın cinayeti işlendiği gerçeğini gölgeleyemiyor. Üzgünüm... Çok üzgünüm... Çıkarılan hiç bir kanun, alınan hiç bir önlem yozlaşmanın karşısında gölge bile edemiyor. Çünkü ataerkinin hakim olduğu toplumların hemen hemen hepsinde esas olan erkekler arası ilişkidir. Kadınların toplumsal ilişkiler dizisinde yeri yoktur. O ancak üzerinde iktidar kullanılan ve egemen olunan kişidir.

Dolayısıyla kadınbireysel gelişim gösteremez ve düzene ayak uydurur. Bunu yaparken erkil olanın iktidarını yücelten de genellikle kadınlar olur. Tam burada Godzila gibi ortaya çıkan cadıların daima dul olması bir tesadüf müdür? Asla değil! Düzeni bozan ve iktidar olması namümkün olan bu kadın figürünün iktidarı kullanmak için yufka çıtırdatan üvey anneye dönüşmesinden daha doğal ne olabilirdi? Hey! Kan kokusu geldi mi? “Bunları duyan bir serçe bu sırada damda oynamakta olan üç kardeşin yanlarına gelerek onlara “Üvey anneniz sizin kanınızı içecek” diye haber vermiş. Bunu duyan çocuklar da hemen oradan kaçarak, dağda oturan dayılarına gitmek istemişler. Az gitmişler uz gitmişler ama dayılarının evini
bir türlü bulamamışlar.” Eğer bir fincan kahve olursak kırk yıl hatırımız olur; ancak bir kahve fincanında fal olursak kırk bin yıl yanabiliriz. Neden biliyor musunuz? Çünkü bizde muhabbet, gıybete muteberdir. Yine de gerekli refah seviyesini sağlamadığımızdan mıdır nedir bilinmez bize haberleri hint bülbülü değil de hep
serçeler getirir. Hem bizde bülbül bile gariban be! Hala güle aşık. Gülün umrunda değil. Dikenler yedi bülbülü...

“Akşam karanlığı inerken uzakta bacası tüten bir ev görmüşler ve hemen oraya gitmişler. Burası kör bir devin eviymiş. Çok aç olan çocuklar ondan yiyecek istemişler. Dev onları içeri alıp tandırın yanına oturtarak biraz yiyecek vermiş. Asıl amacı üç çocuğu da tandırda pişirip yemekmiş.” Yaptığım ufak bir araştırmayla İran kökenli antik bir dil olan Soğd dilinde “dev” kelimesinin karşılığının “Yek” oldığunu, Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra da “Yek” kelimesini kullandıklarını ve ilgili kelimenin Kutadgu Bilig’te karşılığının “şeytan” olduğunu öğrendim. İyiniyetli masal kahramanlarımızın karşısına çıkan kötü karakterli devlerle siz de günlük hayatınızda karşılaşmıyor musunuz? Ne? Duyamadım? Bunu dile getirmekten imtina mı ediyorsunuz? Oysa heryerdeler! Her ilde, ilçede hatta evde... Evet evet, evde! Çok acıklı değil mi sizce de? Umarım bir
gün o devler temel ihtiyaçlarının ardına gizlenmelerinin dahi kendilerini aklamayacağını öğrenir de bizi dişlemekten vazgeçerler. “Karınları doyan çocuklar, tandırın kenarına kıvrılıp yatmışlar.” Medet dilenen her canlının yapacağı gibi değil mi? Güvenmek isteyen her can sahibi gibi, güvenli bir alan bulunca oracıkta kıvrılmıyor muyuz? Hele de bir insansa bu güveni sağlayan boynumuzu, omzuna düşürmek istemiyor muyuz? Uyku... Temel ihtiyaç olmaktan ziyade zor zamanlarda sarıldığımız bir depresyon belirtisi artık.

“Biraz sonra yanlarına gelen dev, “Kim yattı, kim yatmadı?” diye sormuş. Hasanıko “Herkes yattı ben yatmadım” diye cevap vermiş. Bunu duyan dev, gidip biraz sonra gelerek yine aynı şeyleri sormuş. Hasanıko yatmadığını söyleyince de dışarı çıkıp onun uyumasını beklemeye başlamış.” Devin kime hizmet ettiğinden az evvel bahsettik. Devin şartların olgunlaştığına ilişkin bu kontrolü, aslında devle aynı amaca hizmet eden herkesin yapacağı yegane davranış biçimi değil mi? Nasıl ki her seri katil, şartları olgunlaştırarak en uygun zamanı kolluyorsa, nasıl ki her iyilik gördüğümüz karşılığını almak için kapımıza gelmeden önce son bir kez sessizliğe gömülüyorsa ve nasıl ki bir bela gelmeden önce herkes susuyorsa dev de öyle uzaklaşıyor çocukların yanından... “Öte yandan devin amacını anlayan Hasanıko kardeşleri Cıtto ve Pıtto’yu uyandırarak onlara çok alçak bir sesle, devin kendilerini yemek istediğini anlatmış. Başbaşa veren üç kardeş deve karşı bir plan hazırlamışlar. Biraz sonra dev bunların uyuyup uyumadıklarına bakmaya gelince, üçü de gözlerini yumup uyur gibi yapmışlar. Bunların uyuduğunu sanıp çok sevinen dev, arkasını dönüp tandırdaki ateşi karıştırmaya başlamış. Tam bu sırada üç kardeş onu ateşe iterek tandırın ağzını kapatmışlar.” “Yumuşak başlı isem sanma ki uysal koyunum.”

A, duydunuz mu? Masalın tam da bu kısmında Akif sesleniyor sanki... Akif... Akif bizim Akif... Mehmet Akif... Canım Akif... 1936’da ölen adamın 1000 yıllık masalda ne işi var deme lütfen. Masalın matruşkalara benzediğini söylemiştim değil mi? İşte tam da bu noktada masalın birincil iletisini alıyor ve cebimize koyuyoruz: “Zeka ve önlem, kaba gücü yener.” Koy cebine koy, haydi! Çünkü bu masal
hepimizin. Akif’in, senin, benim... Grimm kardeşlerin değil ayol! “Sonra da devin bütün malının mülkünün üstüne konup ömürlerinin sonuna kadar rahat yaşamışlar.” Yaşasın, mutlak ödüle olan inancımız perçinlendi. Murada kimler erdi? Kereveti hangi haşerat yedi de bitirdi? Önemi yok! Adalet duygumuzun temeli şekillendi. Gördün bak, Hasanıko o kadar da yenik değil... Hasanıko var ya Hasanıko, asla kimsesiz değil!

"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."
Yorumlar