Sır

Büyümek tam da böyle bir şey galiba. Sonsuzluğun belirsizliği, belirsizliğin tedirginliği, tedirginliğin cesaretsizliği…

Hande Büşra Koca

Rhonda Byrne’nin bir kitabı var: Adı “Secret”. Secret sır demek. Böyle kahverengi kırmızı mühürlü bir kapağı var. Gizemli duruyor. İlk çıktığında biz daha lisedeydik. Tam da tüm sonları mutlu sona çevirmek için yazılmış. İnanılmaz ses getirmişti o zamanlar. Hala satışları gayet iyi. Çünkü bize tahhahüt ettiği şey tam da ihtiyaç duyduğumuz şey ve eğer merak edip arama motoruna adını tıklarsanız, sizi şu cümleyle karşılayacaktır: “Secret'ı öğrendikçe istediklerinize nasıl sahip olabileceğinizi, nasıl istediğiniz her şey olabileceğinizi, ya da istediğiniz her şeyi nasıl yapabileceğinizi anlayacaksınız.

Etkileyici değil mi? Aslında değil.

Böyle iddialar beni hep tedirgin eder. Bir insanın arzu ettiğine ulaşmak için yapabileceklerinin sonsuzluğundan ürperirim. Eğer üniversite sınavına hazırlanan ya da ilk aşk heyecanıyla kalbi küt küt atan bir liseli değilseniz, böyle motivasyonlar biraz korkutucu olabiliyor. Büyümek tam da böyle bir şey galiba. Sonsuzluğun belirsizliği, belirsizliğin tedirginliği, tedirginliğin cesaretsizliği…

Çok yazık ki insan yaş aldıkça yıllar da hızlanıyor sanki. Sonu yaklaştıkça bitmesini istemediğimiz diziler gibi… Her şeyin başında en çok merak ettiğimiz şey daima son olmasına rağmen; yaşamak söz konusu olduğunda sona yaklaştıkça içimiz ürpermeye başlıyor. Çünkü bilinmezlik her zaman korkutur. İnsanın yüzüne yüksek çözünürlüklü bir tedirginlik kondurur. Kötü sonlar, eğer öncesinde biliniyorsa, zihnimiz onu küçük oyunlarla benimsemeye başlar. Benimsemek ise her zaman insanı çözüme, daha iyi bir sona yahut en azından en kötüsünden biraz daha iyisine yaklaştırır. Böylece bahsi geçen kötü son için bütün kalkanlarımızı fark etmeden giymiş oluruz ve belirsizliğin tedirginliği bizi olanca kudretiyle yutmaz. Bu da daha az acı demek. İyi sonlardan bahsetmiyorum bile. İyi sonlar, adı üstünde, iyidir işte. Tabi kibire mahal vermediği ölçüde… Peki ya ani sonlar?

Geçtiğimiz ay ani bir sonla karşılaştık. Hiç beklemediğimiz bir anda telefon çaldı. Eniştem kalp krizi geçirmiş. Kalp krizi geçirmek artık nezle olmak gibi geldiğinden, itiraf etmeliyim bu ilk telefonla çok sarsılmadık. Halamı arayıp acil şifalar diledik ve kapattık. Büyümenin bir diğer özelliği de yaşam gailesi denen o lanet olası alışkanlığa her geçen gün biraz daha alışmak. Bu alışkanlık öyle hain bir düşmandır ki etrafınızı nasıl çepeçevre sardığını anlamazsınız. Gündelik ihtiyaçlarla, küçük mücadelelerin ortasında savaşırken yorgun düşersiniz. Ama Kurtuluş Savaş’ında olmadığınızdan bir paşa gönül gelip de bir tas su verip sırtınızı sıvazlamaz. Durun durun gençler kaçmayın! Edebiyat yapmayacağım. Yüzleşmekten korktuğunuz bütün korkuları suratınıza çalmayacağım. Çünkü ben de büyümeye başladım, ben de iyi, kötü ve ani tüm sonlardan korkmaya başladım. Birkaç gün sonra tekrar çaldı telefon. Her geçen gün biraz daha kötüye gidiyor dediler. Belirsizlik yavaş yavaş perdesini aralamaya başlamıştı. Ve son kez çaldı telefon: Yer bakın…

Yer bakmak? Birinin son nefeslerini verdiğini öngörerek uygun bir mezarlık bulmak için kullandığımız iki kelime. Daha birkaç ay önce oğlu için düğün yeri bakan enişteme yer bakmak… Ani sonlar karşısında zihin bile oyun oynamaya fırsat bulamıyor. Böyle durumlarda benimsemek şöyle dursun, olayın vehametini anlamak bile çok zaman alabiliyor. Aile olmanın sorumluluğuyla derhal toplandık cenaze evine.

Tarif edemediğim bir olgunluk var bizimkilerde. Böyle zor zamanlarda kimse kendinden geçmez. Birkaç kişi bağırıp çağırıyor ortalıkta.  Onları da eşini kaybeden halam sakinleştiriyor. Bu cenazeyi diğerlerinden ayıran bir şeyler olduğu daha o andan itibaren belli aslında. Ancak dedim ya ani sonlar söz konusu olduğunda zihin oyun oynamaya fırsat bulamıyor. Kolayca benimseme safhasına geçemiyor insan. Kalabalık… Öyle kalabalık ki içim sıkışıyor sanki. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, kısaca öngörülemez bir ağırlık var üzerimizde. Derken tabutu getiriyorlar defnetmek üzere… Halam, kalabalığı adeta yararak başına gidiyor tabutun. Defnediyorlar eniştemi. Başsağlığı dileklerini göğüslemekle uğraşıyorlar. Derken dağılıyor kalabalık…

Halam mezarın başında. Bir gün öncesinde bakılması için aranan yer var ya. Heh işte tam onun başında. Ölene telkin verilirmiş ya hani. Halk arasında talkın da deniyor. Sen o halam tut mezar başında enişteme telkin ver. Demiş ki enişteme ‘rabbin Allah, kitabın Kur’an. Seni çok seviyorum aşkım hepsini biliyorsun, korkma tamam mı?’ Bu sahne kafamda döndükçe ben kahroluyorum. Bilinmezliğin perdesi bu kadar asil yırtılır mı be hala? Bir cümleye bu kadar çok aşk, bu kadar çok varoluş, bu kadar çok sır sığdırılır mı?

Eve dönüyoruz. Görevler tamamlandı. Babannemi birkaç gün daha halamla birlikte bırakıyoruz. Bizimkiler de yalnız bırakmamak için her gün yanına gidiyorlar. Oysa onun ihtiyacı yok aslında böyle şeylere. O tedirginliğini bir ceket gibi asmış çoktan portmantoya. Tüm sonları almış cebine koymuş da çocuklarına harçlık yapmış. Sırtlamış sevdasını, ömrünü hamal yapmış.

İstediklerimi düşünüyorum ve nasıl elde edebileceğimi. Gerçekten elde etmek isteyip, istemediğimi… Yapabileceklerimi düşünüyorum. Kafamda hala aynı sahne… Yapabileceklerimin sonsuzluğu beni yutmuyor artık. Çünkü öğrendim ki; sevmek belirsizliğin sisli havasını tek bir cümleyle dağıtabilir. Rhonda bize gelsene bir gün bir çay içelim, sana bir sır vereceğim.

"Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan tüm yazarlarımız yazdıkları yazı ve görüşlerden tamamıyla kendileri sorumludur. Köşe yazarlarının yazılarından dolayı İnternethaber Yayıncılık AŞ. (elmaelma.com) hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul etmemektedir."
Yorumlar 1 yorum